31 Ekim 2008 Cuma

BÜYÜK, YEŞİL, YAPIŞKAN...

30 Ekim Perşembe akşamı Selmoş (sevdiceğimin anneciği, dostum, Selmoşum) bize geldi. Hem Monky'i görmeye, hem de bizimle sohbete. Mutfakta atıştıracak bişeyler hazırlıyorduk ki çantasından bir poşet çıkarttı, poşetin içinden de kocaman birşey. Büyük, yeşil ve yapışkan... Olgun bir greyfurt büyüklüğünde, dış yüzeyi pütürlü (dut gibi), güzel meyve kokulu bişey. Önce bu nedir diye baktık. O da ''Gittiğim yerde bolca bulunan ağaçların sebil gibi yerlere döktüğü meyveleri.'' dedi. Evirdik, çevirdik, mıncırdık, kokladık. Sonra ikiye böldük ve içinden yapışkan, akışkan bir süt aktı. İçi bol lifli, beyaz, lime lime bir meyve. Adını konduramadık ama Tropikal bir meyve olduğu kanaatinde buluştuk. Bugün internetten araştırayım dedim, ama nereden başlayabileceğimi bulmak zaman aldı. Ne yazıp da taratsam google'da çıkar diye bir müddet düşündüm. En sonunda görsellerde Tropikal Meyve yazıp başladım sayfalar arasında bizim sümüklüyü aramaya:) En sonunda buldum. Resminden tanıdım ve bulabildiğim tüm bilgileri sizlerle de paylaşabilmek adına özetledim.
İşte buyrun bakalım Ekmek Ağacı Meyvesi, yani Artocarpus Altilis, yani yerli adıyla Kadachakka...


Ekmek Ağacı (Kadachakka / Artocarpus Altilis)17. yüzyılda Büyük Okyanus'un güneyindeki adalardan İngiltere'ye dö­nen araştırmacı gezginler, ağaçta yetişen ve kavuna benzeyen bir meyvenin bu adalarda ekmek yerine yendiğini anlatıyorlardı. Çiğ meyvelerinin tadı patatesi andıran bu ağaç o günden bu yana ekmekağacı (Artocarpus communis) adıyla bilinir.
Ekmekağacının meyveleri bugün de o yöre­deki adalarda yaşayan Yerliler'in temel yiye­ceklerinden biridir. Ayrıca Yerliler ağacın iç kabuğundaki liflerden çok sağlam kumaşlar dokur, kerestesinden ev eşyası ve kano yapar, gövdesinden sızan özsudan elde ettikleri tut-kalımsı maddeyle de tekne kaplamalarındaki çatlakları kalafatlarlar.Boyu 20 metreye ulaşabilen ekmekağacı genellikle gövdenin yarısına kadar dallan-maksızın, dümdüz uzanır.

Parlak yeşil renkli geniş yaprakları asma yaprağı gibi dilimlidir. Erkek çiçeklerin rengi ve biçimi muzu andırır; dişi çiçekler ise çınar ağacının meyveleri gibi top biçiminde ve tüylüdür. Bu dişi çiçekler döllendikten sonra, çapı bazen 30 santimetre­yi bulan iri, kavunumsu meyvelere dönüşür. Ekmekağacı dutgiller familyasından olduğu için meyveleri de dutta olduğu gibi birer bileşik meyvedir.Yılda iki ya da üç kez ürün veren ekmek­ağacının meyvelerinin dış kabuğu oldukça pü­türlüdür. Hamken koyu yeşil renkte olan meyveler olgunlaşmaya başlarken kahveren­giye, tam olgunlaştığında da sarıya döner, İyice olgunlaşmadan toplanan meyveler bü­tün olarak pişirilip sebze gibi de yenebilir; ama Yerliler ekmekağacının meyvelerini da­ha çok toprağa gömerek fırınlarlar. Bu yön­temde, toprağa bir çukur kazılıp içine ateşte kızdırılmış taşlar döşenir; taşların üzeri yap­raklarla örtülüp meyveler yerleştirildikten sonra çukur kapatılır. Yarım saat içinde pişen meyveler haftalarca bozulmadan saklanabilir. Bol nişasta içerdiği için piştiği zaman tadı ekmeği andıran bu meyveler çok besleyicidir. Ayrıca çiğken dilimlenip güneşte kurutulduk­tan sonra öğütülür ve bu undan ekmek ya da muhallebi yapılır.Batı Hint Adaları'na, Güney Amerika'ya ve Afrika'nın tropik bölgelerine kadar yayılan ekmekağacının meyveleri Avrupa’ya da gönderilir.
Kaynak: MsXLabs.org & Temel Britannica

BIG, GREEN, STICKY...

The breadfruit (Artocarpus altilis) and breadnut are part of South Pacific legends. They evolved in Indonesia's Sunda Archipelago and became the staple diet for islanders throughout the tropical Pacific islands. They are one species. The breadfruit originated by chance as a seedless breadnut, and is perpetuated from root-cuttings. The breadfruit is up to 200mm in diameter and almost spherical. It can weigh up to 4kg. These fruit differ both externally and internally. The breadfruit is used as a vegetable when mature but not ripe. Ripe breadfruit is also used for dessert dishes. Roasted fruit compares well with roasted potatoes at their best. Like potato and banana, the breadfruit is rich in starch, only some of which is converted into sugars on ripening. The fruit tends to become somewhat gluey if boiled or cooked in a microwave oven for 5 minutes. The breadfruit's palatability, like that of other starchy foods, is much improved by the addition of fats.
Westerners tend to prefer the mature, hard fruit to be peeled, sliced and fried with a little vegetable oil. Alternatively, the soft-ripe fruit may be halved, the pulp spooned into a skillet, flattened, and fried like a thick pancake in a little vegetable oil. Nutritionally, breadfruit flesh is an excellent staple, rich in proteins and with a range of amino acids. However, it contains a lot of starch and it must be supplemented with green leafy vegetables to provide a balanced meal.
To Polynesians breadfruit and banana were vitally important. The threat of cyclones, droughts, and the total destruction of crops by enemies were a constant danger to their existence. Total destruction of crops was the second greatest victory over one's enemies in Polynesian society -the greatest was to obtain the foe's "mana", by eating him. These pressures led to the development of food preservation techniques which were applied to breadfruit and bananas. Fruit were peeled and wrapped in airtight parcels using heliconia, and then banana leaves. Buried, they would ferment, but not rot. When baked with coconut cream, this food is edible several years later. Readers will find it more convenient to store parboiled breadfruit excess for a limited time by freezing .

29 Ekim 2008 Çarşamba

BLOGSTROFOBİ= KAPALI BLOG FOBİSİ

İngiltere’ye gittiğim sene (1997) Londra’da mütevazi bir otelde kalmıştık. Uçaktan inip otele gidene kadar tur otobüsümüz şöyle etraflıca bir şehir turu yaptırmış, rehberimiz de ilerleyen günlerde detaylıca gezme fırsatı bulacağımız önemli mekanlar hakkında kısaca bilgilendirmelerde bulunmuştu. Henüz 17 yaşımda olmama rağmen sivil özgürlük kavramının ne denli farkındaymışım ki, Hyde Park’ta bulunan ‘’Özgürlük Kürsüsü’’ -Speaker’s Corner- ve vaat ettiği özgür ifade hakkı beni gerçekten derinden etkilemişti. Birçok detay hafızamdan uçup gitti, birçoğunu fotoğraflarla tazeleyebiliyorum, ama Özgürlük Kürsüsü belleğimden hiç silinmedi. 1866’da Edmun Beales’in reform derneği yürüyüş yaptığı sırada, polis ile sürtüşmeler meydana gelmiş. Dönemin Başbakanı da, 1872’den itibaren Speakers Corner’da yasaksızca tüm mitinglerin yapılmasını mümkün kılmış.
Bu olay 1800’lü yıllarda süregelmiş. Otoriter rejimlerin ve monarşik düzenin hükümranlığına rağmen, dilin ve dil ürünü sözcüklerin ifade özgürlüğüne sınırsızlık tanınmış, bu kürsüye dokunulmazlık hakkı verilmiş. Şimdi aradan koca iki asır geçmişken; sözcüklerde sayıca artış olmamışken; onlarca savaş, darbe, kavga, hır-gür yaşanmış ve sırası gelenle el sıkışılmışken; çağ atlayıp teknoloji devrimleri yapılmışken hislerimizi, düşüncelerimizi ve anılarımızı paylaşmak için Londra’ya mı gidecek bunca millet? Yasaklar düzeni muhafaza etmek içindir. Düzen: Şahısların üzerine diledikleri yapıyı inşa edebilecekleri özel arazilerinde, içini diledikleri gibi dekore edebilecekleri malikanelerinde yaşarken, komşu arazi sahiplerine tanınmış aynı haklara saygı duymalarıdır. Peki bu muhteşem (?!) düzen, bir sanal ortama klavye ile yazılan anonim sözcüklerle bozulabilecek kadar ucuz bir malzemeden mi inşa edildi de, birilerinin malikaneleri yıkılır diye korkup kürsülerimize erişim baltası vurdular? Eğer bu ‘’düzen’’ bu kadar kolay yıkılabilecek bir binaysa, onu korumak için konulmuş bunca yasa, yöntmelik, kuram, nazariye sadece birer balon askerden başka bir şey değildir. Yazmakta olduğumuz bloglarla birilerinin kanına dokunan, binalarını sarsan depremler yaratabiliyorsak, ve sistem o depremin fayını bulabilecek ve sadece o fayı cezalandırabilecek sismik edevata sahip değilse, tabii ki pire için yorgan yakar. O halde, yukarıda bahsettiğim gibi, biz tüm blogcular hepimiz birer ANONİMiz. Kaynağı bulunamayan yazıların kaynakları… Özgür Kürsülerde birine zarar veriliyorsa, vereni bulup cezasını verirsin. Bir yaralı asker için bir orduyu feda etmezsin. Ha, o suçluyu bulamıyorsan da, yetersizliğinle susup kabuğunda oturursun.



BLOGSTROPHOBIA= PHOBIA OF CLOSED BLOG

When I went to England (1997), we stayed at a simple hotel in London. We did sightseeing with our bus till we arrived our hotel from the airport, and our guide informed us about the important local places ,that we’d visit in few days ahead. I was just at my 17, but I was aware of liberty concept, that The Speaker’s Corner at Hyde Park and the promise of free expression justice of It, ipmressed me much. Many details were forgotten, many of them just could be remembered by pictures, but The Speaker’s Corner had never been removed from my memory. In 1866 Edmund Beales' Reform League marched on Hyde Park, where great scuffles broke out between the League and the police. Eventually the Prime Minister allowed the meetings to continue unchallenged and since 1872, people have been allowed to speak at Speaker's Corner on any subject they want to.
This occurrence happened at 1800’s. Despite the Authoritarian administrations and royalist regularity, the language and it’s product words had been given freedom, and The Prodium had been given immunity. Now, will all these people have to go to London to explain their feelings, ideas and memories, while whole two century has been passed; while the number of words we use didn't increase; while tens of wars, strokes, fights, wranglers were existed, and hands were shaked with the one in row; while ages were skiped and many revolutions at technology were built ? Bans are for controling the order. Order: While people are living in their own estates, which are built at any type on their own lands and are decorated personal, they respect the same rights of their neighbours. Well, how weak is this great (?!) right, that someone striked our podium with an axe, because they afraid of the keyboard words typed by anonymous. If this right is such rotten that much, than all that law, regulations and theories are just balon soldiers to keep it. If we can bother someone with the blogs we write, and if we can shake their buildings easily with an earthquake, they have to find the fault and punish it, or they just burn the quilt just because of a flea. Than, as I wrote above, we are all Anonymous, the fountains of the fountainless writings…You have to punish just the guilty, if he or she damages one at the free podium. You can not waste all army because of one wounded soldier. Oh! If you are insufficient to find the guilty, than you must dwell under your cover in slience.

13 Ekim 2008 Pazartesi

HAMDOLSUN

HERŞEY KARMAŞIKLAŞIR, BÜTÜN MANZARAN FLULAŞIR, YÜREĞİNE GÖĞÜSKAFESİN DARLAŞIR… NE ZAMAN Kİ BÜYÜK, KOCAMAN, DERİN BİR NEFES ALMAYA KALDIRIRSIN BAŞINI GÖĞE, ORADA YUSYUVARLAK BİR GÜNEŞ, BELKİ YAY GİBİ KIVRILMIŞ BİR AY, BELKİ TOMBUL BEYAZ İKİ BULUT, BELKİ ELİNİ TOPRAĞA SÜREN BİR ŞİMŞEK GÖRÜRSÜN VE DERSİN Kİ: TEK BAŞIMA NE DOĞURMAYA NE DE BATIRMAYA YETER GÜCÜM, ÜFLESEM DAĞITAMAM, HALAT OLSAM ÇEKEMEM YARATTIĞIN AFETİ. EY RÂB ! SENİN GÜCÜN NE ÜSTÜN. BENİ ALIR, ŞEKİLDEN ŞEKİLE SOKAR, RENKTEN RENGE BOYAR, BİR PADİŞAH BİR UŞAK YAPARSIN. BİLİRİM Kİ NEYLERSEN HAYRIMA EYLERSİN. HAMDOLSUN VERDİĞİN NİMETLERE.




THANKS RÂB
EVERYTHING BECOMES COMPLICATED, ALL THE VIEW BECOMES MUDDY, YOUR BREAST BECOMES NARROW TO YOUR HEART… WHEN YOU LOOK UP TO THE SKY TO TAKE A BIG, HUGE, DEEP BREATH, YOU SEE A BIG ROUND SUN, MAY BE THE MOON CURLED LİKE A BOW, MAY BE TWO WHITE PLUMP CLOUDS, MAY BE A LIGHTNING FLASH THAT RUBS ITS HAND TO THE LAND AND YOU SAY: I HAVE NOT ENOUGH POWER TO RISE OR SET, I CAN NOT SPREAD WITH A BLOW, I CAN NOT PULL THE CALAMITY IF I CAN BE A ROPE. WELL RÂB ! HOW SUPERIOR YOUR POWER. YOU TAKE ME FROM A FORM TO OTHER, YOU PAINT ME FROM A COLOR TO OTHER, YOU MAKE ME KING OR A SERVANT. I KNOW THAT, WHATEVER YOU MAKE IS GOOD FOR ME. THANKS FOR ALL YOUR BLESSINGS.

11 Ekim 2008 Cumartesi

20 Eylül-September 20th

MONK-Gerçek Zeki Mucize
Hayret verecek derecede bunalım bir gündü. Ağlamaya hazırdım. Sevgilim bu depresif durumumu herzaman olduğu gibi sezmiş ve beni telkin etmeye çalışıyordu. Aniden kapının arkasından cılız bir ses geldi. İkimiz de mucizelere –Allah’ın yanıtları- alışkınız. Sevgilim, mucizenin orada olduğunu bilerek kapıya doğru yürüdü. Monk; Mucize. Üç aylık bir kedi paspasımızda oturuyordu. Zayıf, kirli, aç ve siyah-beyazdı. Bu arada evimiz apartmanın onikinci katında. İçeriye, bize ait olduğunu biliyormuşçasına girdi. Sağlıklı olup olmadığını anlamak için onu veterinere götürdük. Görevimiz olarak mamasını, kumunu aldık ve evcillerin ilk aylarda olması gereken aşısını yaptırdık. Monk, tanıdığım en zeki kedilerden biri. Burcu İkizler ve en sevdiği şey oyun, oyun ve yine oyun J Ben ve sevgilim birkez daha gördük ki, eğer Birlik’e doğru yoldan yürüyorsanız, Sevgi ve Umut bir şekilde size gelir, belki bir kediyle…


MONK-The Real Clever Miracle
It was an amazingly collapse day . I was ready to cry. My darling sensed my depression as usual and he was trying to ispire me. Suddenly a weak voice came outside the door. We both accustome miracles –The answers of Allah-. He walked towards the door by knowing The Miracle is existing there. Monk; The Miracle. A three months old cat was sitting on our doormat. It was feeble, dirty, hungry and black & white. By the way, our home is at the twelfth floor of the apartmant. It came in like it knows that it belongs to us. We took the cat to vet just to be sure that he (it is male) is healthy. As a duty, we bought food, cat-sand and vaccinated for the first months of theese kinds of domestics. Monk is one of the most clever cats that I know. His zodiac is Gemini and he likes to play play and again play J One more time, me and my dear saw that, if you are walking on the right road towards The Oneness, Love and Hope will come to you through anyway, may be by a cat…

8 Ekim 2008 Çarşamba

Selamlar...






Gaye... 4 Temmuz 1980, İstanbul






Ucuz yaşayacak kadar zengin değilim. Değersiz, küçük, anlık zevkleri tadabilmek uğruna, ebedî varlığım ''benliğim''i ve dünyevi varlığım ''zaman''ımı tüketemem. Çabucak içebileyim diye bardağa poşeti sallamak, çaya da damağıma da haksızlık olur. Ben, sulayınca 2 günde çiçeklenen Afrika Menekşesini değil,
yılda bir kez açan Kaktüsü izlerken uçarım.


O; SABIR, İNANÇ VE EMEK İSTER...
Tıpkı sevgi gibi...